I
Güçlükle ilerliyordum ıssız ve karanlık yolda. Yarım metre kadar kar vardı. Tipi öylesine sert esiyordu ki, soğuk iliklerime işlemişti. Karanlıktı yürüdüğüm yol, bastığım yeri bile zor görüyordum. Sessizdi ortalık, kulaklarımda sadece tipinin uğuldayışı yankılanıyordu. Ne olduysa işte o anda oldu. Kafamın içinde korkunç bir çınlama hissettim, beynim zonkluyordu. O anda yaşamla ölüm arasındaki uçurumda kalacağımı ve ölüme daha yakın duracağımı hiç tahmin etmemiştim.
Gözlerim karardı. Yol kenarındaki ağaçlar, titreyerek belli belirsiz yanan sokak lambaları, gökyüzünden dökülen kar taneleri… Hepsi birden etrafımda dönmeye başladı. Derin bir sessizlik duydum gecenin karanlığında. Tipinin uğuldayışı da yoktu artık. Başım döndü, yığılıp kaldım yolun kenarına. O anda kaybetmişim kendimi ama gördüğüm rüya hâlâ aklımda. Etrafım bembeyaz bir kâr örtüsüyle kaplıydı. Uzaklarda simsiyah giyinmiş, elinde koca bir tırpanı olan biri bana doğru yaklaşıyordu. Birden her yerimden kanlar fışkırmaya başladı. Kara elbiseli iyice yaklaşıyordu, ben koştukça, kaçmaya çalıştıkça o iyice yanıma geliyordu. Tam dibime geldi ki, birden karardı ortalık. Gözlerimi açtım, yolun kenarında düştüğüm yerdeyim. Zorla kalktım ayağa, daha iyiydim. Fakat beynimdeki zonklama devam ediyordu. Eve güçlükle varabildim, hemen uyumuşum.
Sabah kalktığımda beynimdeki kafamdaki çınlama devam ediyordu ve o gün akşama kadar beynim zonkladı. Ertesi gün daha da fenalaştım ve yataktan kalkamaz hale geldim. Ne biçim hastalıktı bu? Beynimi sürekli eziyorlardı sanki. Bir kurt durmadan kemiriyordu orayı, delirtiyordu beni. Yoksa gördüğüm rüya gerçek miydi? Yok canım, adı üstünde rüya bu! Annemle babam da endişelenmişti. Annem her zamanki gibi söyleniyordu:
-“Tabi, incecik çıkarsan dışarı üşütürsün, kendine hiç dikkat etmiyorsun ki!”
Öğleden sonra babamla doktora gittik. Doktor boğazıma baktı, sırtımı dinledi ve:
-“Üşütmüşsün” dedi o kadar.
Doktorun yazdığı ilaçları alıp eve gittik. Ben çok kötüydüm, vücudumda hiç derman yoktu. Ellerimi birleştiremiyor, kafamı bile kaldıramıyordum. Artık gördüğüm rüyaya inanmaya başlamıştım. Galiba gerçek olacaktı. Bizimkiler halime çok üzülüyordu ama ellerinden gelen bir şey yoktu. Sadece dua edebiliyorlardı.
Beş gündür yataktaydım, ilaçlar kâr etmemişti. Hatta ben daha da kötüleşmiştim. Kafamdaki kurt beynimi kemirmeye devam ediyordu. Ertesi gün sabah şehre, hastaneye, gittik. Hastanede yaşadığım o birkaç ömrümün yarısına bedeldi herhalde. İnsanlarla doluydu ilaç kokulu hastane. Endişeli, üzgün ve bitkin insanlarla. Mutlu hiç kimse yoktu elli kişilik koridorda. Hastaneye yatacaktım ama boş yatak olmadığı için biraz beklememizi söylediler. Ayakta zor duran ben, o endişeli ve üzgün insanların arasında iyice hasta olmuştum. Tekerlekli sandalyede götürülen yaşlı kadınlar, bir elinde su torbası yürümeye çalışan insanlar, gözünün biri sargılı korkunç adamlar, ağlayan kadınlar ve hastanenin o iğrenç kokusu. Hayır, hayır ben burada kalamamalıydım, öleceksem bile başka yerde ölmeliydim, bu işkence ölümden beterdi. Nihayet bir yatak boşalmıştı, babamla beraber odaya gittik. Yanımda dedem kalacaktı, odaya yerleştik. Ben hâlâ gördüğüm manzaranın etkisindeydim.
Hastanede kaldığım her gün benim için bir cehennem ıstırabıydı. İçten içe eriyordum pis kokulu duvarlar arasında. Ben kimdim, ne işim vardı burada? Dışarıda gülüp eğlenmek, gezip dolaşmak varken neden buradaydım? Ölmek için henüz çok erkendi, hem korkuyordum ölümden. Delirmek üzereydim, hastanenin duvarları üstüme üstüme geliyordu sanki. Yattığım beşinci kattan atlamayı bile düşündüm ama korkuyordum işte, bir türlü yapamıyordum.
Hayat! Hani hep sevmiştin beni, içine çekmiştin, hani sevgiyle sarılmıştın? Şimdi niye itiyorsun, neden dışlıyorsun beni kendinden? Hani ölüme kadar sevecektik birbirimizi, hani hiç ayrılmayacaktık? Yoksa, yoksa bitti mi artık sevgimiz, eksilecek mi ikimizden birimiz? Hayır, hayır ben ölmemeliyim, sen yok ol! Ben ölürsem ailem nasıl dayanır bu acıya? Zaten sen bir sürü insanın kalbinde yoksun, benimkinde de olmayıver ne olur sanki? Ailem, canlarım… Şu halde bile nasıl üzülüyorlar, kahroluyorlar. Babam çalıştığı için yanımda kalamamıştı ama her gün gelirdi yanıma. O, kapıda görününce hemen yaş akardı ağlamaya hazır gözlerimden. Doyasıya sarılırdım, ağlardım. Sevgi kokardı babam, çok severdi beni. Hiç dayanamazdı ağlamama, zor tutardı kendini. Annem. Mutluluğun diğer adıydı. 4-5 güne bir o da gelirdi. “Maşallah bugün daha iyisin oğlum” derdi. Oysa o anda gözleri yalan yalan bakardı. İçten içe ağlardı. Onları bu kadar üzmek de kahrediyordu beni. Ölüm çare olsa belki ölürdüm ama korkuyordum.
15 gün oldu hastaneye yatalı her gün bir test yapıyorlardı. Artık yatmak, konuşmak bir yana gözlerimi açıp kapayacak derman bulamıyordum kendimde. Akşamüzeri hastanenin beyaz ışığına bakarken dalmışım…
II
Gözlerimi açtığımda bir deniz kıyısındaydım. Her bir yan yıldız kaynıyordu. Ay gülümsüyordu gri bulutların ardından. Rüzgar hafif hafif esiyor, sevdasını geceye fısıldıyordu. Yıldızların aksi denizin yüzüne vuruyor, muhteşem danslarını tüm evrene armağan ediyorlardı. Denizin içinde gökyüzü, gökyüzünde yıldızlar, yıldızların gözlerinde de mutluluk görünüyordu. Uzaklarda bir gemi rıhtımına girecek bir sevda parıltısı arıyordu. Birden kayboldu her şey. Ne yıldızlar kaldı ortada, ne rüzgar ne de sevda gemisi.
Ellerinde tırpanıyla kara elbiseli biri geldi yanı başıma. Gözleri kan rengindeydi, elleri kan içindeydi. Yüzü belli belirsiz görünüyordu, görünen yerleri de ürkütüyordu beni. Başta anlayamadım kim olduğunu. Sonra tanıdım ki o’ydu. Daha önce de gelmişti. Kara elbiseli bu adam azrailin ta kendisiydi. Nefesim kesildi önce, yutkunamadım. İçimde korkunç bir titreme ve garip bir heyecan vardı. Onunsa belli belirsiz görünen gözleri gülüyordu. Bağırdım olmaz dedim, dinlemedi. Kararlıydı kara elbiseli, bitirecekti yaşamımı, bitirecekti yaşadıklarımı.
-“Hadi gidelim” dedim.
Ayaklarımdan yukarı bir sıcaklık gelmeye başladı. Kalbim durmaksızın hızlıca atıyor, ruhum derinden gelen yosun kokusuyla doluyordu. Başım zonkluyor, ellerim titriyordu. Birden başımdan kan akmaya başladı. Ağzım kurudu, yutkunamadım. Boğazıma bir şeyler düğümlenmişti sanki. Ne hava ne tükürük hiçbir şey gitmiyordu bedenime. Ayak parmaklarımdan gelen sıcaklık iyice sarmıştı içimi, terlemeye başladım. Canım kana kana su içmek istiyordu. Kulaklarımda bir çınlama oldu, beynimin içi uğulduyordu. Ve hep o koku; yosun kokusu. Nefesim sıklaştı. Midem bulanıyor, korkunç bir şekilde yanıyordu. Üzerimde dev taşlar vardı sanki. Sonra üşüdüm, buz kesti her yanım. Neden bu kadar zahmetliydi bu iş? Yanımdaki kara elbiseli beni itekliyor, durmadan gülüyordu. “Hadi!” dedim. “Yeter, bitsin artık bu işkence, dayanamıyorum!” Güldü. “Az kaldı, bitiyor” dedi.
Çocukluğuma döndüm birdenbire. Çamurdan yaptığım arabam, kavak dalından atım, durduk yere ağlayışlarım, annemin mavi bir leğende beni yıkayışı, babamın bayramda aldığı ayakkabılar… Hepsi, hepsi gelip geçti gözümün önünden.
Sonra büyüdüm, koca adam oldum. Renkleri ve insanları tanımaya başladım. Çok sevindim, çok sevildim.
Birden kesildi bütün gürültü, sakinleşti ortalık. Sonsuz bir rahatlama hissettim bütün benliğimde. Sebepsiz gülüyordum, uçmak istiyordum. Kara elbiseli bileğimden tuttu ve süzülmeye başladık gökyüzüne doğru, bedenim deniz kıyısında kaldı. Bileğimi sımsıkı tutmuştu kara elbiseli, bırakmıyordu. “Bak!” dedi; “Bütün bu gördüğün insanlar da bir gün buradan seyredecekler senin gördüğün şu manzarayı!”
Işıl ışıldı şehrin her yanı. Kor alev rengindeki sokak lambaları, dumanı tüten köfte arabaları, dükkanları aydınlatan renk renk ışıklar, tatlı bir telaşla koşuşturan insanlar, insanlar, insanlar..
Demek her insan bu manzarayı seyredecek ve “Keşke!” diyecek ha!... Meğer ne güzel şeymiş yaşamak. Çiçekleri koklamak, yıldızlara dokunmak, ayla şakalaşmak, geceyle sevişmek ne güzelmiş.
“Geldik” dedi kara elbiseli. Issız ve karanlık bir yerde bıraktı beni. Korkmaya başladım. Sadece karanlık görünüyordu uzaklarda, bir de uzaklardan yankılanan sessiz bir çığlık. Yürümeye başladım korkusuzca. Bir sürü insan gördüm, hepsinin yüzünde aynı ifade “Keşke!...” Alaycı gözlerle bakıyorlardı bana. Biri atıldı aradan; “Hoş geldin sonsuzluğa!...”
Sonra aldılar bedenimi deniz kıyısından, dostlarıma verdiler. Önde imam, arkada bir sürü insan vardı. Kalabalıktı ortalık. Bir tabutun içinde götürüyorlardı cansız ‘ben’i. Herkeste hüzün vardı, dostlarım feryat ediyorlardı. Ne mutlu bana ki, öldüğümde herkes ağlıyordu arkamdan. Attılar bir çukurun içine, üzerime de soğuk toprakları örttüler. Sonra dağıldı herkes, yapayalnız kaldım böceklerle ve solucanlarla beraber. Daha önce çok şey olan ben, soğuk toprakların altında hiçbir şey olmuştum.
Sonra karardı ortalık. Gözlerimi açtığımda hastanedeydim. Karşımda dedem kırışık, iri gözleriyle pencereden dışarı bakıyordu, dalgındı. Vücudumda korkunç bir halsizlik vardı. Ama beynimdeki çınlama geçmişti. Zorladım kendimi ve:
-“Dede, ne oldu bana” dedim.
Dedem birden kendine geldi ve bana doğru baktı. “Allah’ım sana şükürler olsun, onu bize bağışladın” diyerek ellerini yüzüne sürdü. Sonra da:
-“Çok korkuttun bizi kerata, şükürler olsun, ameliyat oldun iyileştin” dedi. Sonra da gülerek; “Kafandaki kurdu aldılar” dedi. Sonra annemle babam girdiler odaya. Sarıldık, babam yine sevgi kokuyordu, annem ağlıyordu. Ben de hepsine birden tebessüm ederek:
“Hayat yaşama hiç avans vermiyor, insan hayatın kıymetini ölünce anlıyor” diyebildim…
Hüseyin Döğentaş
Güçlükle ilerliyordum ıssız ve karanlık yolda. Yarım metre kadar kar vardı. Tipi öylesine sert esiyordu ki, soğuk iliklerime işlemişti. Karanlıktı yürüdüğüm yol, bastığım yeri bile zor görüyordum. Sessizdi ortalık, kulaklarımda sadece tipinin uğuldayışı yankılanıyordu. Ne olduysa işte o anda oldu. Kafamın içinde korkunç bir çınlama hissettim, beynim zonkluyordu. O anda yaşamla ölüm arasındaki uçurumda kalacağımı ve ölüme daha yakın duracağımı hiç tahmin etmemiştim.
Gözlerim karardı. Yol kenarındaki ağaçlar, titreyerek belli belirsiz yanan sokak lambaları, gökyüzünden dökülen kar taneleri… Hepsi birden etrafımda dönmeye başladı. Derin bir sessizlik duydum gecenin karanlığında. Tipinin uğuldayışı da yoktu artık. Başım döndü, yığılıp kaldım yolun kenarına. O anda kaybetmişim kendimi ama gördüğüm rüya hâlâ aklımda. Etrafım bembeyaz bir kâr örtüsüyle kaplıydı. Uzaklarda simsiyah giyinmiş, elinde koca bir tırpanı olan biri bana doğru yaklaşıyordu. Birden her yerimden kanlar fışkırmaya başladı. Kara elbiseli iyice yaklaşıyordu, ben koştukça, kaçmaya çalıştıkça o iyice yanıma geliyordu. Tam dibime geldi ki, birden karardı ortalık. Gözlerimi açtım, yolun kenarında düştüğüm yerdeyim. Zorla kalktım ayağa, daha iyiydim. Fakat beynimdeki zonklama devam ediyordu. Eve güçlükle varabildim, hemen uyumuşum.
Sabah kalktığımda beynimdeki kafamdaki çınlama devam ediyordu ve o gün akşama kadar beynim zonkladı. Ertesi gün daha da fenalaştım ve yataktan kalkamaz hale geldim. Ne biçim hastalıktı bu? Beynimi sürekli eziyorlardı sanki. Bir kurt durmadan kemiriyordu orayı, delirtiyordu beni. Yoksa gördüğüm rüya gerçek miydi? Yok canım, adı üstünde rüya bu! Annemle babam da endişelenmişti. Annem her zamanki gibi söyleniyordu:
-“Tabi, incecik çıkarsan dışarı üşütürsün, kendine hiç dikkat etmiyorsun ki!”
Öğleden sonra babamla doktora gittik. Doktor boğazıma baktı, sırtımı dinledi ve:
-“Üşütmüşsün” dedi o kadar.
Doktorun yazdığı ilaçları alıp eve gittik. Ben çok kötüydüm, vücudumda hiç derman yoktu. Ellerimi birleştiremiyor, kafamı bile kaldıramıyordum. Artık gördüğüm rüyaya inanmaya başlamıştım. Galiba gerçek olacaktı. Bizimkiler halime çok üzülüyordu ama ellerinden gelen bir şey yoktu. Sadece dua edebiliyorlardı.
Beş gündür yataktaydım, ilaçlar kâr etmemişti. Hatta ben daha da kötüleşmiştim. Kafamdaki kurt beynimi kemirmeye devam ediyordu. Ertesi gün sabah şehre, hastaneye, gittik. Hastanede yaşadığım o birkaç ömrümün yarısına bedeldi herhalde. İnsanlarla doluydu ilaç kokulu hastane. Endişeli, üzgün ve bitkin insanlarla. Mutlu hiç kimse yoktu elli kişilik koridorda. Hastaneye yatacaktım ama boş yatak olmadığı için biraz beklememizi söylediler. Ayakta zor duran ben, o endişeli ve üzgün insanların arasında iyice hasta olmuştum. Tekerlekli sandalyede götürülen yaşlı kadınlar, bir elinde su torbası yürümeye çalışan insanlar, gözünün biri sargılı korkunç adamlar, ağlayan kadınlar ve hastanenin o iğrenç kokusu. Hayır, hayır ben burada kalamamalıydım, öleceksem bile başka yerde ölmeliydim, bu işkence ölümden beterdi. Nihayet bir yatak boşalmıştı, babamla beraber odaya gittik. Yanımda dedem kalacaktı, odaya yerleştik. Ben hâlâ gördüğüm manzaranın etkisindeydim.
Hastanede kaldığım her gün benim için bir cehennem ıstırabıydı. İçten içe eriyordum pis kokulu duvarlar arasında. Ben kimdim, ne işim vardı burada? Dışarıda gülüp eğlenmek, gezip dolaşmak varken neden buradaydım? Ölmek için henüz çok erkendi, hem korkuyordum ölümden. Delirmek üzereydim, hastanenin duvarları üstüme üstüme geliyordu sanki. Yattığım beşinci kattan atlamayı bile düşündüm ama korkuyordum işte, bir türlü yapamıyordum.
Hayat! Hani hep sevmiştin beni, içine çekmiştin, hani sevgiyle sarılmıştın? Şimdi niye itiyorsun, neden dışlıyorsun beni kendinden? Hani ölüme kadar sevecektik birbirimizi, hani hiç ayrılmayacaktık? Yoksa, yoksa bitti mi artık sevgimiz, eksilecek mi ikimizden birimiz? Hayır, hayır ben ölmemeliyim, sen yok ol! Ben ölürsem ailem nasıl dayanır bu acıya? Zaten sen bir sürü insanın kalbinde yoksun, benimkinde de olmayıver ne olur sanki? Ailem, canlarım… Şu halde bile nasıl üzülüyorlar, kahroluyorlar. Babam çalıştığı için yanımda kalamamıştı ama her gün gelirdi yanıma. O, kapıda görününce hemen yaş akardı ağlamaya hazır gözlerimden. Doyasıya sarılırdım, ağlardım. Sevgi kokardı babam, çok severdi beni. Hiç dayanamazdı ağlamama, zor tutardı kendini. Annem. Mutluluğun diğer adıydı. 4-5 güne bir o da gelirdi. “Maşallah bugün daha iyisin oğlum” derdi. Oysa o anda gözleri yalan yalan bakardı. İçten içe ağlardı. Onları bu kadar üzmek de kahrediyordu beni. Ölüm çare olsa belki ölürdüm ama korkuyordum.
15 gün oldu hastaneye yatalı her gün bir test yapıyorlardı. Artık yatmak, konuşmak bir yana gözlerimi açıp kapayacak derman bulamıyordum kendimde. Akşamüzeri hastanenin beyaz ışığına bakarken dalmışım…
II
Gözlerimi açtığımda bir deniz kıyısındaydım. Her bir yan yıldız kaynıyordu. Ay gülümsüyordu gri bulutların ardından. Rüzgar hafif hafif esiyor, sevdasını geceye fısıldıyordu. Yıldızların aksi denizin yüzüne vuruyor, muhteşem danslarını tüm evrene armağan ediyorlardı. Denizin içinde gökyüzü, gökyüzünde yıldızlar, yıldızların gözlerinde de mutluluk görünüyordu. Uzaklarda bir gemi rıhtımına girecek bir sevda parıltısı arıyordu. Birden kayboldu her şey. Ne yıldızlar kaldı ortada, ne rüzgar ne de sevda gemisi.
Ellerinde tırpanıyla kara elbiseli biri geldi yanı başıma. Gözleri kan rengindeydi, elleri kan içindeydi. Yüzü belli belirsiz görünüyordu, görünen yerleri de ürkütüyordu beni. Başta anlayamadım kim olduğunu. Sonra tanıdım ki o’ydu. Daha önce de gelmişti. Kara elbiseli bu adam azrailin ta kendisiydi. Nefesim kesildi önce, yutkunamadım. İçimde korkunç bir titreme ve garip bir heyecan vardı. Onunsa belli belirsiz görünen gözleri gülüyordu. Bağırdım olmaz dedim, dinlemedi. Kararlıydı kara elbiseli, bitirecekti yaşamımı, bitirecekti yaşadıklarımı.
-“Hadi gidelim” dedim.
Ayaklarımdan yukarı bir sıcaklık gelmeye başladı. Kalbim durmaksızın hızlıca atıyor, ruhum derinden gelen yosun kokusuyla doluyordu. Başım zonkluyor, ellerim titriyordu. Birden başımdan kan akmaya başladı. Ağzım kurudu, yutkunamadım. Boğazıma bir şeyler düğümlenmişti sanki. Ne hava ne tükürük hiçbir şey gitmiyordu bedenime. Ayak parmaklarımdan gelen sıcaklık iyice sarmıştı içimi, terlemeye başladım. Canım kana kana su içmek istiyordu. Kulaklarımda bir çınlama oldu, beynimin içi uğulduyordu. Ve hep o koku; yosun kokusu. Nefesim sıklaştı. Midem bulanıyor, korkunç bir şekilde yanıyordu. Üzerimde dev taşlar vardı sanki. Sonra üşüdüm, buz kesti her yanım. Neden bu kadar zahmetliydi bu iş? Yanımdaki kara elbiseli beni itekliyor, durmadan gülüyordu. “Hadi!” dedim. “Yeter, bitsin artık bu işkence, dayanamıyorum!” Güldü. “Az kaldı, bitiyor” dedi.
Çocukluğuma döndüm birdenbire. Çamurdan yaptığım arabam, kavak dalından atım, durduk yere ağlayışlarım, annemin mavi bir leğende beni yıkayışı, babamın bayramda aldığı ayakkabılar… Hepsi, hepsi gelip geçti gözümün önünden.
Sonra büyüdüm, koca adam oldum. Renkleri ve insanları tanımaya başladım. Çok sevindim, çok sevildim.
Birden kesildi bütün gürültü, sakinleşti ortalık. Sonsuz bir rahatlama hissettim bütün benliğimde. Sebepsiz gülüyordum, uçmak istiyordum. Kara elbiseli bileğimden tuttu ve süzülmeye başladık gökyüzüne doğru, bedenim deniz kıyısında kaldı. Bileğimi sımsıkı tutmuştu kara elbiseli, bırakmıyordu. “Bak!” dedi; “Bütün bu gördüğün insanlar da bir gün buradan seyredecekler senin gördüğün şu manzarayı!”
Işıl ışıldı şehrin her yanı. Kor alev rengindeki sokak lambaları, dumanı tüten köfte arabaları, dükkanları aydınlatan renk renk ışıklar, tatlı bir telaşla koşuşturan insanlar, insanlar, insanlar..
Demek her insan bu manzarayı seyredecek ve “Keşke!” diyecek ha!... Meğer ne güzel şeymiş yaşamak. Çiçekleri koklamak, yıldızlara dokunmak, ayla şakalaşmak, geceyle sevişmek ne güzelmiş.
“Geldik” dedi kara elbiseli. Issız ve karanlık bir yerde bıraktı beni. Korkmaya başladım. Sadece karanlık görünüyordu uzaklarda, bir de uzaklardan yankılanan sessiz bir çığlık. Yürümeye başladım korkusuzca. Bir sürü insan gördüm, hepsinin yüzünde aynı ifade “Keşke!...” Alaycı gözlerle bakıyorlardı bana. Biri atıldı aradan; “Hoş geldin sonsuzluğa!...”
Sonra aldılar bedenimi deniz kıyısından, dostlarıma verdiler. Önde imam, arkada bir sürü insan vardı. Kalabalıktı ortalık. Bir tabutun içinde götürüyorlardı cansız ‘ben’i. Herkeste hüzün vardı, dostlarım feryat ediyorlardı. Ne mutlu bana ki, öldüğümde herkes ağlıyordu arkamdan. Attılar bir çukurun içine, üzerime de soğuk toprakları örttüler. Sonra dağıldı herkes, yapayalnız kaldım böceklerle ve solucanlarla beraber. Daha önce çok şey olan ben, soğuk toprakların altında hiçbir şey olmuştum.
Sonra karardı ortalık. Gözlerimi açtığımda hastanedeydim. Karşımda dedem kırışık, iri gözleriyle pencereden dışarı bakıyordu, dalgındı. Vücudumda korkunç bir halsizlik vardı. Ama beynimdeki çınlama geçmişti. Zorladım kendimi ve:
-“Dede, ne oldu bana” dedim.
Dedem birden kendine geldi ve bana doğru baktı. “Allah’ım sana şükürler olsun, onu bize bağışladın” diyerek ellerini yüzüne sürdü. Sonra da:
-“Çok korkuttun bizi kerata, şükürler olsun, ameliyat oldun iyileştin” dedi. Sonra da gülerek; “Kafandaki kurdu aldılar” dedi. Sonra annemle babam girdiler odaya. Sarıldık, babam yine sevgi kokuyordu, annem ağlıyordu. Ben de hepsine birden tebessüm ederek:
“Hayat yaşama hiç avans vermiyor, insan hayatın kıymetini ölünce anlıyor” diyebildim…
Hüseyin Döğentaş